Paris Metrosunda Mahsur Kalmak


Bu yazı blogun "survivre à Paris" başlığı altındaki ilk yazı. Paris'teyken başıma gelen ve tecrübe eksikliğinden beni gafil avlayan, akabinde ise paçayı kurtardığım ve savoir faire (know-how) 'ime eklediğim ilk bakışta önemsiz gibi gözüken ama aslında başınıza geldiğinde oldukça işinize yarayabileceğini düşündüğüm pratik bilgiler bu başlık altında yer alacak.

Paris metrosunda mahsur kalmak şu şekilde gerçekleşiyor: Sabaha kadar metro seferi olmadığını herkes bilir, ancak metro hatlarının son sefer saatleri hatlara göre farklılık gösterir. Tabi birbirine de bağlı bir sistem olduğundan, öyle saatlerle ölçülebilecek farklılıklar değil, 15-20 dakika gibi diyebiliriz.

Hatırladığım kadarıyla haftasonları seferler haftaiçinden daha geç saatlerde son buluyordu. Neyse bir haftasonu arkadaşlarımla beraber dışarı çıktıktan sonra eve dönerken, 10 numaralı kirli sarı hattaydım, Odéon durağında inecekken (aslında Odéon evime yakın değil, demek ki eve dönmüyorduk:), nedense yanımdaki arkadaşımla biraz yavaş davrandık ve tam merdivenlerden açık havaya çıkacakken metronun kepenkleri kapanmaya başladı. Şimdi düşününce aslında panik olunabilecek bu olay karşısındaki ilk tepkimiz, gülerek aşağı inen kepenkler önünde fotoğraf çekmeye başlamak oldu. Sonrasında etrafı kolaçan edip, bir görevli / telefon vb. ararken, yanda duran düğmeyi fark ettik. Düğmeye basınca kepenkler açıldı, biz de esaretten kurtulduk. Kurtulamasaydık ve metroda sabahlasaydık, aynı soğukkanlılık ve afacanlıkla hareket edebilir miydim bilmiyorum. Metrolarda fareler cirit atıyor, Paris'te sokakta iki kere kedi gördüm. İkisi de yılkı atları gibi gelmişti bana, o kadar istisnai birşey ki sokakta tasmalı köpekler ve güvercinler dışında hayvan görmek! Dolayısıyla avlayanı olmadığından fareler için cennet Paris, hatta Paris'te fareler konusunda çok da komik bir anım var. Bu da ayrı bir yazının konusu. Neyse klasik metro kokusu, fareler ve graffitiler eşliğinde her duyduğumuz sese zıplayıp, fotoğraf çekme makinesinde binbir fotoğraf çekip, oranginalar içinde yüzüp, kinder'in vittel'in dibine vururduk sanırım. Ah bon. mais oui...

Claude Lelouch - C'était un rendez-vous (1976)

Aşağıdaki video1976 senesinde Fransız yönetmen Claude Lelouch tarafından çekilmiş C'était un rendez-vous isimli kısa filme ait. Üzerine monte edilmiş bir kamera ile son sürat yol alan bir otomobil... Bir yanda motor ve patinaj sesleri, 8 dakika gibi kısacık bir zamanda, gece-sabah arası bir alacakaranlık-seher fonunda, size baştan başa bir Paris turu yaptırıyor.

Filmin sonunda araç Sacré Coeur'e vardığında Lelouch'u karşılayanın karısı olduğunu duymuştum bir yerlerden. Doğru ya da yanlış hikaye bu haliyle güzel bence...

Christian Dior Homme - Jude Law


Reklam filmlerini her zaman severim ama özellikle seyretmişliğim bu filmle başladı.

Guy Ritchie'nin yönettiği Christian Dior Homme'un reklam filminin başrolunde markanın başka ürünlerinin de yüzü olan Jude Law var. Mekan tabi ki Paris, filmin sonunda Eiffel'e bakan meydan ise Place Trocadero, Eiffel'i seyredebileceğiniz en güzel yerlerden biri...

Müzik süper...

Bu filmden yola çıkarak birçok ünlünün oynadığı birçok müthiş reklam filmi keşfettim. Kozmetiğin merkezi Fransa olduğundan mekan olarak genelde Paris/Fransa kullanılmış. Bu durumda Publicité diye bir başlık açmak da kaçınılmaz oldu.

La Grande Epicerie de Paris

Paris’in büyük bakkalı:)
Eğer siz de benim gibi mutfakta zaman geçirmeye, yemek yapmaya, tariflere sadık kalmayıp ne bulursanız tencereye atmaya meraklıysanız bu adres tam size göre...

Paris’te 7. Bölgede yer alan bu kocaman markette (market demek hakaret sanki!!!) dilediğiniz ürünü, pek de hesaplı olmayan bir fiyata bulabilirsiniz.
Paris’te genel olarak yiyecekler pahalı ama abuk subuk birşeylere bir sürü para saçacağınıza en azından hakkını vererek alışveriş yapabileceğiniz yerlerden biri Grande Epicerie, diğerleri bence Galeries Lafayette’in gourmet kısmıdır ki, benim evimin tam önünden geçen metro aynı zamanda kafamı bile çıkarmadan Galeries Lafayette’e bağlantı yaptığından, onu da apayrı bir yazı konusu yapacağım.

Türk mutfağı bence Fransız mutfağının çok çok ötesinde, ama hangimiz evimizde devamlı Türk mutfağından şaheserler yiyoruz ki, yemekler artık giderek pratikleşiyor, herşey hızlanıyor, buna karşın Türkiye’de hala pratik ama lezzetli alternatifler, hazır yemekler, orijinal ve sağlıklı atıştırmalıklar, mezeler bulmak zor. Hazır aldığınız birçok şey evde yapılmışının yerini tutmuyor.
İşte Grande Epiceri bence tam da böyle ihtiyaçlara cevap veriyor. Yakında İstanbul’u da pençesine alacak metropol hayatının çalışan insanlarının uzun uzun yemek yapmaya tahammülü yok, ama para kazanıyorlar ve herşeyin en iyisini de yemek istiyorlar. Burada yine Fransızların meşhur “savoir vivre” i devreye giriyor sanırım.

La Grande Epicerie’de birçok hazır yemek, envai çeşit makarna, baharat, bal-reçel, çikolata, kurabiye, pastalar, bakliyatlar bulabilirsiniz. Hem de dünyanın her yerinden. Tunus’un harissası da var burada, İspanya’dan gelen akasya balı da. Evde yapacağınız tatlılarda kullanabileceğiniz yüzlerce süs, şekerlemeler, toz tatlı çeşitleri, egzotik meyveler, binbir çeşit domates, peynir çeşitleri, ekmekler yine bu adreste mevcut.

Ben her Paris seyahatine boş valizle çıkıp, valizimi oradan aldığım taşınabilir yiyeceklerle geri dönüyorum. Türkiye’de bulamadığım ya da belki var olan ama bulması çok zor olan tüm bu yiyeceklerin fiyatı da oraya göre pahalı da olsa, aslında Türkiye’de ithal mal olarak alacaklarımın hemen hemen çeyreği fiyatına. Daha ne isterim.

Burada zaman geçirirken burayı sadece bir market olarak görmeyin ve alışveriş listenizi tamamlayıp apar topar çıkmayın. Bir kere her reyonda zaman harcayın, aklınıza bile gelmeyecek çok değişik konserveler, reçel çeşitleri ve baharatlar bulmanız mümkün. El yapımı makarnalar süper. Hazır malzemeli risotto poşetleri de çok pratik. Şarküteri reyonu, şarapları efsane, organik besinler için de kocaman bir reyon var. Şu anda lezzetine doyamadığım mutfağımdaki şarap sirkesini bile oradan aldım. Üşenmedim taşıdım zira İstanbul'da bu ürünleri alırken kazınlanmaktan bıkmıştım:)

Alışverşi yaparken zaman ayırıp biraz etrafınıza bakarsanız Paris’in kaymak tabakasından gelenlerin alışveriş yapma şekillerini de görebilirsiniz, aşırı inceleyici bakışlar, herşeye dokunma, taneyle alma, aldıklarına nadide birer parçaymışçasına özen gösterme ve tabi bizimle kıyaslandığında ölesiye bir yavaşlık ve kasalardaki sabırlı kuyruklar...

La Grande Epicerie’nin konumu benim Paris’teki favorilerm St. Germain, Montparnasse, Rue de Rennes, Luxembourg gibi yerlere yakın olduğundan, her Paris ziyaretinde ayaklarım ister istemez buluyor La Grande Epiceri’nin yolunu, tam otele dönme zamanına getirmeye çalışıyorum ki, elimde koca koca poşetlerle kendimi Les Deux Magots’nun mini mini masalarına atmak zorunda kalmayayım.
Önerim buradan bagetinizi, viande cru’nüzü, peynirinizi ve tirbüşon gerektirmeyen mini rozenizi alıp, Seine kıyısına yönelmeniz ve hava güzelse yürüme mesafesi olan Pont des Arts’da kalabalığa takılıp, aman popom kirlenir mi diye düşünmeden yere oturarak Paris manzarasının tadını çıkarmanızdır. Bu arada Paris’te yürünebilir mesafe kavramı İstanbul’dakinden çok farklı, bu kadar yol yürünür mü derseniz, biraz daha Paris antrenmanı yapmanızda fayda var, yoksa da Paris adam eder sizi zaten...

Bu arada son gittiğimde aldım, çok çok güzel bez alışveriş çantaları var. Gittiğinizde almanızı tavsiye ederim. Artık poşet çağının sonu gelmeye başladığından ve çevre bilinci geliştiğinden, ülkemize de gelen alışveriş çantası modası, Paris’te bir çılgınlık halini almış. Tabi bunda poşetlerin birçok markette cüzi de olsa ücretlendirilmesinin de etkisi var. Bazıları cimri dese de ben buna bilinç diyorum, Avrupalı parasının nereye gittiğinin hesabını yapıyor ve poşet ücretliyse çantasından bez alışveriş çantasını eksik etmiyor.

Paristekiler için en ligne alışveriş sitesi de var: http://www.lagrandeepicerie.fr/#fr-FR/home
Marka ürünler almayı ve kapalı mekanda alışveriş yapmayı sevenler için Galeries Lafayette'e alternatif Bon Marché mağazası da La Grande Epicerie'nin bulunduğu binadır, adına inatçok pahalı lüks markaları bu mağazada bulabilirsiniz.

eiffel

baguette olsa da yesek

Parapluies Simon à Paris, 56 bd. St Michel 75006 Paris


Bence aksesuarlar hem kadın hem erkek için hayatı renklendiren, kişinin dış görünüşünden karakterine dair en güzel tahlilleri yapmanızı sağlayacak unsurlardandır.
Mesela konuya Türkiye açısından bakarsak, iddialı bir şapka ya da değişirenkte bir pantalon giymiş bir erkek için yırtık, kendine güvenli, uçuk vs vs vs bir sürü sıfat yakıştırabiliriz.
Aynı şey kadınlar için de geçerli tabi.
Türkiye'de önyargılar fazla olduğundan, aksesuar konusunda da oldukça kısırız. Hatta çoğu zaman bir meydan okuma iddialı bir parçayla sokaklarda dolaşabilmek.
Oysa Avrupa ülkelerinde insanlar kendilerini renkli çoraplarıyla, ojeleriyle, şapkalarıyla, pantalonlarıyla dışa vuruyorlar. Bu naturalarına o kadar yerleşmiş ki, düşünmeden yapılan birşey aslında. İsteyen istediğini yapıyor.

Benim en sevdiğim aksesuarlardan biri de şemsiyeler. Yeni yeni İstanbul'da da rengarenk şemsiyeler bulunabilse de, etrafta en çok gördüğüm şemsiye, yağmura aniden yakalanıldığında vapur sokaklarda satılan tek kullanımda harakiri yapan şeffaf şemsiyeler.
Halbuki yaya olarak kendimizi araba gibi düşünürsek, iyi bir şemsiyemiz olduğunda lüks bir arabaya dönüşebiliriz. Yayalar dünyasının prestij vesilesi şemsiyeler!!!!
Benim şemsiye için vazgeçilmez adresim Boulevard St. Michel'deki Parapluies Simon. Siz de benim gibi şemsiye tutkunuysanız ve şahsi bir ilişki kuruyorsanız şemsiyenizle, Boulevard St. Michel'den Jardin du Luxembourg'a doğru çıkarken sağ sırada kalan bu küçük dükkanın vitrini bile size cennet gibi gelebilir. Tabi herşeyin bir bedeli var. Burada satılan şemsiyeler de pek ucuz değil, 200 Eur'a da şemsiye var 60 Eur'a da. Öğrenci bütçemle benim için vitrin keyfi olan bu mağaza, son yıllarda Paris ziyaretlerimde uğrak noktalarımdan biri. İçeride sizi Şemsiye ile ilgili r konuda aydınlatabilecek çok tatlı bir insan olan Emanuel ile sohbet edebilirsiniz. Bu adam o kadar enerjik ki, alengirli yuzlerce şemsiyeyi açsanız da sıkılmıyor, hepsini açıp açıp sonra tekrar diziyor. Hafif pasif agresif bir hali var ama üzerinize de gelmiyor pek, dilerseniz hiç konuşmadan serbestçe her şemsiyeyi kurcalayabilirsiniz.
Ben bu gidişimde, bir tane estetik olmayan ama fonksiyonellikte kendini aşmış, ön tarafı kısa arka tarafı ise uzun değişik bir şemsiye aldım. Renk çeşidi sınırlıydı ama bu şemsiyeyle yürürken asla ıslanmıyorsunuz. Hatta bir daha gidecek olsam bir büyük boyunu bile alabilirdim, zira ben tek kişilik olanını aldım.
Aldığım ikinci şemsiye ise daha romantik desenli bir şemsiyeydi.
Aklım en pahalı olan fistolularda kaldı ama İstanbul'da çamur olur zaten diyerek kendimi teselli ettim.
İnternet sitesi biraz yavan ve modellerin güzelliğini yansıtmaktan çok uzak, bu yüzden ben kendi çektiğim ve internetten bulduğum fotoğrafları ekliyorum.
Sizde yayaysanız ve Paris'e gidecekseniza da orada yaşıyorsanız mutlaka uğrayın derim.

kiosque ou köşk

Bir önceki yazıda "kiosque" lafı geçince, Paris dekorunun vazgeçilmez parçalarından olan kiosque'lardan bahsetmek istedim.


Yukarıdaki kiosque Luxembourg Bahçesi'nde yalnız kalmış...

Bir rivayete göre Fransızlar bu kelimeyi bizim "köşk" kelimesinden almışlar.

Paris'te yürürken adım başı karşınıza çıkan bu koyu yeşil mini kulübemsi şeyin içinde binbir çeşit dergi, kitap, gazete, telefon kartı hatta bazen içecek bulabilirsiniz.

Aşağıdaki küçük kiosque ise sadece reklam amaçlı kullanılıyor.



Bunların bir özelliği de şehrin hemen hemen her yerinde aynı estetik etkiyi yaratmaları ve neredeyse birebir aynı olmalarıdır. İstanbul'u katleden uyumsuzluk ve herkesin ayrı telden çalmasından kaynaklanan keşmekeş, Paris'te neredeyse yok gibi...

Gittiğinizde kiosque'lu magnet ya da anahtarlık almayı unutmayın, sevdiklerinize hediye etmek için de güzel bir alternatif...

Fransızca Kitap Okumak - okuyabilmek....

Eğer frankofonsanız ama Fransa'da ya da Fransızca konuşulan bir ülkede yaşamıyorsanız, Fransızcanızı canlı tutmanız oldukça zor.
Kurumsal hayatta Fransızca'nın geçerliliği hem çok az, hem de kurumsal belgeler günlük Fransızca'dan çok uzak olduğundan pek bir faydası olmuyor.
Bu durumda benim yıllarımı verdiğim dile yabancılaşmamak için seçtiğim yöntem en azından dinlediğim müziklerle, okuduğum kitap ve dergilerle ve izlediğim filmlerle Fransızcamı devamlı tazelemek.
Fransızca nankör bir dil, günlük sosyal hayatımızda İngilizce kelimeler ister istemez karşımıza çıkıyor, oysa Fransızca için ilave bir mesai harcamanız gerekiyor.
Diğer yandan Fransızca film ve kitapları bulmak da oldukça zor.
Peki ne yapmalı?
Fransızca dergileri takip etmek açısından kadınlar erkeklere göre oldukça avantajlı, Glamour, Marie Clare, Cosmopolitan, Vogue gibi dergiler aylık olarak fahiş fiyatlarla da olsa D&R, Remzi gibi kitapçılarda bulunuyor.
Benim tavsiyem arada sırada yurtdışına yolunuz düştüğünde bunlardan bolca almanızdır, hat ben yurtdışına giden arkadaşlarım ne istersin diye sorduklarında bile dergi ısmarlarım. Hem ucuz, hem taşıması kolay.
Bu dergilerin fiyatları genelde 1-1,50 euros civarında.
Burada ise son zamanlarda pek almadım ama Euro bu kadar fırlamadan önce 9-16 TL arasında değişiyordu.
Kitap konusu daha da sıkıntılı, güncel İngilizce her türlü roman kitapevlerinde bulunabilirken, Fransızca kitaplara neredeyse hiç yer verilmiyor.
Fransız kitapevleri Efy ya da Hachette ise aslında çoğunuzu Fransızca'dan soğutmuş olan eserlerle dolu. Sözlükler, ders kitapları ve tek tük okunası kitaplar...
Bu konuda bir tavsiyem, sahafları hafife almamanızdır.
Sahaflardan itap almayı, özellikle de içerisinde başkalarına ait notların olduğu kitapları okumayı çok severim.
Genelde eski jenerasyonlarda kitaba tarih atma ve not düşme alışkanlığı olduğundan, aldığım kitapların çoğunda sahiplerine dair hayaller kurmama inken veren binbir ipucu bulurum.
Mesela 1960 tarihi atılmış bir aşk romanıysa, o dönemlerde Fransız kolejinde okuyan, şimdilerin olgun hanımefendisi bir genç kızı düşlerim.
Hele arada satırların altı çizilmişse, keyfime keyif katılır.
Neyse sahaflarda genellikle eski kitaplar bulursunuz, klasikler, Fransızların pek bayıldığı cep tipi polisiye romanları. Adamlar o kadar okur ki bu romanlardan, metroda (genellikle şekilden şekile girerek), restaurantda orada burada devamlı polisiye okur dururlar.
Yine de arada tek tük de olsa oldukça orijinal kitaplar da bulabilirsiniz. Mesela ben iki sene önce Paris'te bir Amerikalı arkadaşımla bütün bir gün boyunca arayıp bulamadığım bir kitabı, Beyoğlu'nda bir sahafın tezgahında buluvermiştim: la femme seule et le prince charmant...
Eğer paranıza kıyacak kadar kitapkurduysanız, amazon.fr'den de getirtmek mümkün, ya da oradaki bir arkadaşınıza rica edip, bir seferde 10-15 tane alıp senelik ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz. Hem de tek kurye masrafıyla...
Fransız klasikleri tabi ki çok güzel, ama bunlara dadanırsanız kendinizi bir anda bir Paris seyahati esnasında alakasız bir bakkalla Victor Hugo dilinde konuşurken bulabilirsiniz. Yani ne yaparsanız yapın günceli takip etmek şart.
Bu konuda önerebileceğim ve bir çırpıda okunabilecek yazarlar:
Marc Levy, la première nuit, le premier jour, où es-tu?, mes amis, mes amours, la prochaine fois, sept jours pour une éternité (yazarın filme çekilmiş kitapları da var, hatta ABD sineması bile oldukça ilgileniyor bu hikayelerle, Türkiye'de Can Yayınları'ndan çıkıyor).
Guillaume Musso, et après, sauve-moi, serais-tu là, la fille de papier, je reviens te chercher, parce que je t'aime (Kitapları Türkiye'de Doğan Kitap'tan çıkıyor, Fransa'yı kasıp kavuruyor bu aralar, http://www.guillaumemusso.com/index.php).
Jean Christophe Grangé (şahsi favorim, Kitapları Türkiye'de Doğ Kitap'tan çıkıyor, çok seri yazıyor, insanın içini ürpertiyor, okuduktan sonra birkaç gece uyku haram, http://www.jc-grange.com/html/nouveaute.html, ayrıca kendisi hakkında Türkçe bir site de varmış, buyrunuz http://www.jcgrange-turkiye.com/)) Bu arada yazarın son kitabı "le passager" Fransa'da çıkmış. Türkiye'de hayran sayfasında ilk bölümü tercüme edilmiş bile, artık Doğan Kitap'ın insafına kalmış ne zaman elimizde olacağı.
Maxime Chattam (Grangé'nin muadili, bir biri yazıyor bir diğeri, arada boşta kaldığımız zaman olmuyor, Grangé kadar iyi olmasa da yine de başarılı, daha sosyal içerikli konulu macera romanları da var, ayrıca kendi internet sitesinden yazarın kendisine ait okuma listesi ve yazar hakkında diğer bilgilere ulaşabilirsiniz...)
Anna Gavalda, sadece bir kitabını okuduğumdan çok yorum yapamıyorum ama kasıp kavuruyor Fransa'yı, burada Doğan Kitap'tan çıkıyor sanırım.
Paris'te nedense bana en sıcak gelen kitapçı, 13, rue de Sèvres 75006 adresindeki Chantelivre (http://www.chantelivre.com/), aslında pek bir numara yok ama nedense her Paris seyahatimde yolum düşüyor bu kitapçıya, belki de yolumun düştüğü diğer mekan olan Grande Epicerie'ye çok yakın olmasındandır, yoksa Fnac, Virgin ve nice sokak arası kitapçıları var Paris'te, hatta her kiosque kitapçı denebilir...

Quartier turc à Paris

Öncelikle altın kuralı vermek isterim. Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur mottosu hiç de işlemez Paris'te.
Hatta en güzel kazığı Paris Türk Mahallesinde yemeniz mümkündür.
İnsan gurbette olduğunda, anlamsız bir şekilde canı Türkiye'deyke hiç yemediği şeyler çekmeye başlıyor. Mesela ben kendimi İstanbul'da hiç yapmadığım şeyleri yaparken bulmuştum. Un helvası (Bleda arkadaşımı anmadan geçemem burada, Zeki Müren eşliğinde akşama rakı-balık için meze hazırlıkları yaparken, gecenin tatlısı olan un helvasının yarısını mideye indirmiştik), sigara böreği, köfte, patlıcan oturtma, muhallebi gibi tatlar, hep Paris'te yaşarken yapmayı öğrendiğim yemeklerdendir.
Memleket burnunuzda tütmeye başlayınca, yapılacak şey kendinizi Türk Mahallesine atmaktır. Burada dolmalık biber, yufka, lahmacun, beyaz peynir, helal şarküteri ürünleri, adını unuttuğunuz her nevi abur cuburu Türk Mahallesi'ndeki bakkallarda ve çakallarda (!) rahatlıkla bulabilirsiniz.
Ayrıca tecrübesizliğinizden yararlanarak sizi kazıklamak için her zaman yepyeni yöntemler bulabilecek telefon bayilerine, beyaz eşyacılara vb.'de bua rastlayabilirsiniz.
Haa tabi bir de, zamanın sanki donup kaldığı, geçmişte bir anda asılı kalmış insanlar vardır bolca. Konuştukları dil sanki zamanın süzgecinde kendinden yabancılaşmıştır. Ne Türkçedir, ne Kürtçe e Fransızca. Kıyafetleri deseniz onlar da ancak 70li yılların köy konseptli filmlerinde bulunabilir. Nasıl bu derece safkan kalmşlardır, nasıl bu kadar kapalı yaşarlar Fransız toplumuna akıl sır ermez. Hatta bu halleriyle bile, bürokratik işlemleri yapabilmeleri, senede birkaç kere Türkiye'ye gidebilmeleri, ne bileyim havaalanında yollarını bulabilmeleri bile şaşırtır beni bu insanların. Onur Air'in turşu suyu kokan, envai çeşit gıda maddesiyle dolu uçaklarıyla az seyahat etmedim Paris'e, ahbap olduklarım da oldu. Bir şekilde başarıyorlar yaşamayı, hallerinden de memnunlar. Aynı hisse sadece Türk Konsolosluğu'nda yakalayabilirsiniz Paris'te. Aynı safkanlık, aynı ürkütücü el değmemişlik.
Neyse Türk Mahallesi'nde benim orada yaşadığım dönemde Derya diye bir restaurant vardı. Hatta çok ucuz bir yer de değildi. Birk kere Fransız arkadaşları götürmüştüm bayılmışlardı. Hemen belirtmeli ne olursa olsun, ne kadar para verirseniz verin, aynı tadı yakalamanız imkansızdır, Türkiye'de yiyebileceğiniz kebaplarla. Kötü bir simülasyondan ibarettir burada yenen yemekler. Ama canınız çektiğinde yine de iyi gelir size. Ayrıca yol boyunca marketler, dönerciler, dürümcüler gani ganidir. Hatta yolun sonuna doğru sağ sırada Güneş Market vardı. MArketin içerisinde fırın var ve lahmacun pişiriliyor. Hafif pişirtir, onlu paketler halinde alır, evde dondurucuda saklardım. Bir de ayran alırdım zira Fransa'da bizimki gibi yoğurt çok az, olanlar daha çok kefir, krema, krem peynir karması gibi bir tada sahip.
Paris'te sanırım suç oranının da en yüksek olduğu yerlerdendir Türk Mahallesi. Ben hemen hemen her gittiğimde polisin tartakladığı, göz altına aldığı, yaka paça sürüklediği birilerine rastladım.
Türk Mahallesi'ne ulaşım için en pratik yol 9., 8. ya da 4. hatta binip Strasbourg St. Denis durağında inmektir. Burada metrodan çıktığınızda yolun ortasında, ortama uyumsuzluğuna hiç aldırmadan umursamazca dikilen koca bir Arc göreceksiniz. Arc'ın yönünde (kuzeye doğru) girdiğiniz sokak (Faubourg St. Denis) boydan boya Türk Mahallesi'dir. Zaten girer girmez anlarsınız, gözden kaçacak gibi değildir.
Olur da zıt yöne giderseniz, ki bu Paris'teki alışveriş rotalarımdan biri olan ayrı bir yazı konusudur, fetiş zevklere hitap edebilecek geçkin hayat kadınlarıyla, Türk ve Çinli tekstilcilerin harmanlandığı, çoğu mağazanın toptan satış yaptığı, ama yeterince dil dökerseniz parça parça alışver de yapabileceğiniz bir sokağa varırsınız.
Türk Mahallesi, Paris Je t'aime filmindeki Tom Tykwer'ın yönettiği kısa filmde Natalie Portman'ın ve kör sevgilisinin koşturduğu yerdir, bu mahalleyi görebileceğiniz diğer bir filmse aynı zamanda Jean Reno'ya Türkçe de konuşturan, Jean-Christophe Grangé'nin filminden uyarlama Empire des Loups filmidir. Bu filmde de gerçek hayatta olduğu gibi tüm pis işler Türk Mhallesi'nde vuku bulur:)
Kısa süreli bir Paris seyahati için Türk Mahallesi'ne gitmek, Japonların İstanbul'da devamlı sushi yemeye çalışmalarından hallicedir bence.
Ama uzun süre Paris'te kalacaksanız mutlaka ziyaret etmeniz gerekir derim.  

un homme et une femme

Claude Lelouch'un 1966'da çektiği, başrollerini Jean Louis Trintignant ve Anouk Aimée'nin oynadığı naif filmin tanıtımı...

Filmde bildiğim kadarıyla Claude Lelouch'un o dönemki ekonomik darboğazı nedeniyle sadece dış mekanlar renkli çekilebilmiş, iç mekanların tamamı siyah beyaz çekilmiştir.

Müzik çoook güzeldir ve Francis Lai imzalıdır.

Paroles:


Comme nos voix ba da ba da da ba da ba da
Chantent tout bas ba da ba da da ba da ba da
Nos coeurs y voient ba da ba da da ba da ba da
Comme une chance, comme un espoir
Comme nos voix ba da ba da da ba da ba da
Nos coeurs y croient ba da ba da da ba da ba da
Encore une fois ba da ba da da ba da ba da
Tout recommence, la vie repart

Combien de joies
Bien des drames
Et voilà!
C'est une longue histoire
Un homme
Une femme
Ont forgé la trame du hasard

Comme nos voix
Nos coeurs y voient
Encore une fois
Comme une chance
Comme un espoir

Comme nos voix
Nos coeurs en joie
Ont fait le choix
D'une romance
Qui passait là

Chance qui passait là
Chance pour toi et moi ba da ba da da ba da ba da
Toi et moi ba da ba da da ba da ba da
Toi et moi

Bir de aynı başrol oyuncularının rol aldığı "un homme et une femme vingt ans déjà" filmi vardır ki, burada da aynı film kahramanlarının aşk hikayelerinin devamını seyreyleriz.

İki filmi de şiddetle tavsiye ederim. Her ne kadar ikinci filmde esas oğlan Kadir İnanır'ın yaşlı versiyondakiyle yarışır bir deformasyon içerisinde olsa da, seyretmeye değer. İki film birden kuşağı yapılası...

Bu filmin tanıtımını sadece İspanyolca alt yazılı bulabildim.

Şu şarkıyı da paylaşmadan bu bahsi kapatamam: l'amour est plus fort que nous...


bir masumiyet, bir reddediş, bir dokunmaya kıyamama, geçmişin hayaletlerini bırakamama, bir iç geçirme hikayesi....

sonu beni benden almıştı ilk seyrettiğimde,

Frankofon olmak...

Bloga "frankofon" tanımıyla başlamak istedim. Frankofon zaten kendini bilir ama olsun, madem ucu bucağı olmayan Internet aleminde asılı kalacak yazılanlar ve herkes erişebilecek, doğru başlamak lazım.

Önce tanımını yapalım, sonra içerikte neler olacak, ben kimim gibi detaylarla devam ederiz.

Frankofon tanımı kafamda net aslında ama millet ne düşünüyor bu kelime hakkında diye, en güvenilir bilgi kaynağım "ekşi sözlük"e de bir göz attım. Tanımlarla ilgili eleştiriler yaptım, sevmediğim tanımları, işime gelmeyenleri atladım, ne de olsa benim blogum:)



güzel insanlar, frankofon fransızca konuşan insanlara denir.
fransızcası ise "francophone"dur ve francophone olmak bir ayrıcalıktır..
ftwff
franco(fransiz kokenli) ve phone (malum)'dan olusan sozcuk. fransizca konusan ulkeleri ve insanlari tanimlamak icin kullanilir. cok nadiren de olsa, fransiz atalari olan topluluklara da francophone denir yanlis bir kullanimla (cok mu ciddi yazdim acaba hmmm)ftwffftwffftwff
ftwff
kelime anlamı olarak fransızca konuşan, fransız diline ve kültürüne sempati/yakınlık duyan kişi, kurum, oluşum anlamına gelir, frankofoni haftası kapsamında ortak aktiviteler tertip olunur, ikram edildiği takdirde şarap içilir, peynir yenir...
gsü`de sık sık duyduğum bir övünç nadası, bir statü imgesi..."ben frankofon bi okuldan geldiğimden..","frankofon okulların da bu özelliği var tabi”

ftwff
ftwff
ftwff
georges baba'yı, aragon'u ve birçok başka fransızca yazıp çizmiş ya da söylemiş adam ve kadının yazıp çizdikleri ya da meşk ettikleri dili anlayabilme yetisine sahip insandır. fransızları çok seveni de vardır, nefret edeni de.
tüm insan grupları gibi, frankofonları sevmeyenleri seveni de vardır, sevmeyeni de...

ftwff
fransizca konusabildiklerinden fransiz gibi düsünme yetisine sahip insanlardir. bir mentaliteden ziyade o dilin kültürüne de hakim olurlar ki, bu baska bir boyuta açilmak gibi bir seydir. bundan cihetle çogunlugun sahip oldugu anglosaxon kültürden farkli seyler de bilirler, kendi aralarinda rahat anlasirlar.

ftwff
'frankofoni' terimi ilk kez 1880 yılında onésime reclus tarafından kullanılmasına karşın, bu terim bugünkü anlamıyla ilk kez 1962 yılında léopold sédar senghor tarafından kullanılmıştır. ilk frankofoni zirvesi ise 1986 yılında paris'te 41 devletin katılımıyla toplanmıştır. o yıldan bu yana da bu zirve her iki yılda bir düzenli olarak toplanır. ayrıca, dünyadaki 170 milyon frankofon her 20 mart'ta frankofoni gününde buluşur, toplaşır, kaynaşır.

ftwff
istanbul'da francophone olmak, "bir takim fransiz liseleri cikisli insanlar"in fransizca konusabilmesi degildir, sig bir tanimdir, kacinilmalidir.
francophone olmak, 11 yasinda yepyeni bir dunyaya saliverilmektir, 8 yil boyunca, "kolej"den olmayanin anlayamayacagi kadar iyi egitilmek, iyi ogrenmek, iyi dusunmektir. herseyi ozgurce tartisabilecegine inanmaktir omur boyu, yaptigin herseyin iyi-kötü bedelini odeyecegini bilmektir ayni zamanda,sorumluluk sahibi olmaktır, verdigin kararların senin olması demektir...
kiminle nerede ne konusacagini bilmektir, diger francophone'lar ile samimi bir bagin olmasi demektir... masa dolusu insan icerisinde kolej'den olanı olmayanı, froncophone olani olmayani anında anlayabilmektir...
bunun yani sira, camus ve proust'u yazildigi dilde okuyabilmek, chanson'lardan herkesten farkli bir tat alabilmek gibi gundelik avantajlarida vardir...
ama konusabilmenin yani sira, "oyle" yetistirilmektir burdaki onemli nokta...
franco, non-franco diye ikiye ayrılır aslinda arkadas cevresi bir francophone icin...

ftwff
 Benim için frankofoni sadece Fransızca konuşmak değil, hatta Türkiye'deki çoğu frankofon çok da sevmez Fransızca konuşmayı...Devşirilme sürecinde birçok şey aşılanır, Fransız filmleri, edebiyatı, düşünme tarzı, modası, yaşam biçimi, ama nedense, çok mu çetrefil olduğundandır bilmem, arkadaşlarımın çok azı sever Fransızca konuşmayı...İşte bu yüzden frankofoni Fransızca konuşmaktan ibaret değildir. İster sevin ister sevmeyin, ister teslim olun ister direnin, Fransız okuluna adım attığınız gün içinize işlemeye başlar. Fransa seyahatleriyle pekişir. 8 senenin sonunda kapağı dışarı attığınızda, artık yadsınamayacak bir kimliğiniz daha vardır. Hiç ortak noktanız olamayacağını düşündüğünüz insalarla bile, bir de bakarsınız ki şu frankofoni illetinden kaynaklanan bir bağ vardır aranızda. 
 Günümüde akademik kariyer yapanlar haricinde, iş hayatında prestij olmaktan başka bir fonksiyonu yoktur Fransızca'nın. Her ne kadar Fransızlar İngilizce konuşma özürlü olsalar da, Fransızca uzun zamandır iş hayatındaki dominant etkisini kaybetmiştir. Hatta Fransızların "franglais" dediği Fransızca İngilizce karması bir dil bile oluşmuştur. Olgun Fransızlar bu duruma rezistans gösterse de, Fransızca pratik bir dil olmadığından, çoğu sektörde Fransızca'dsa ısrar etmek birçok süreci yavaşlatmaktadır. Fransızca bir windows insanı çileden çıkartabilir. Hele Fransız bir teknik servis yetkilisiyle işinizi halletmek, bilgisayarı camdan atmak istemenize neden olabilir. Bunlar Fransızların ve Fransızca'nın cefaları...Bunların yanında Frankofoni size çok renkli bir dünyanın kapısını açar. Fransız edebiyatını, müziğini, sinemasını anlayarak dinlemek, izlemek, okumak, aldığınız kültürel birikim sayesinde bunları takip edecek seçiciliğe sahip olmak, okulda çektiğiniz mantıksız çilelerin karakterinize getirdiği artılar (eksilerden de bilahare söz edeceğim) benim hiç pişman olmadığım deneyimlerdendir hayatımda. Frankofoninin karakterime kattıklarını çok çok sevdim her zaman...
Burada yazılanların bir kısmını genel olarak frankofonlar, bir kısmını ise sadece Fransız lisesi mezunu frankofonlar anlayabilir.
Bu blogda 11 yaşımda çıktığım frankofoni yolculuğunda başıma gelen ilginç şeyleri, frankofoni sayesinde edindiğim zevkleri, başıma gelen komik olayları paylaşmayı planlıyorum.
Ste. Pulchérie'de başlayan bu yolculuk, St. Benoit, GSU, ve Panthéon-Sorbonne ile devam etti. Bu nedenle bu blogun hakkını verecek tecrübeye sahip olduğumu düşünüyorum. Yolculuğun deneyim anlamında en zengin kısmı Paris'te geçirdiğim bir senelik süreçtir. Burada kazandığım tecrübelerin, oraya okumaya ya da herhangi bir amaçla yaşamaya gidecek frankofonlar için çok yararlı olacaktır. Ayrıca imkanlarım elverirse ve düşündüğüm ilgiyi yakalayabilirsem, eğitim ve diğer pratik yaşam ipuçları hakkında interaktif olarak bilgilerimi paylaşabileceğim bir platform yaratmak blogun ikinci aşaması olacak...
Eğitim sistemimiz devamlı değişime tabi olduğundan şu an geçerli olan sistem sanırım benim 20 sene önce başladığım sistemden çok farklı. Artık soeur'ler ya da yaramazlık yapınca bizi çöp kutusuna sokan öğretmenlerin devri bitti sanırım, ama frankofoni bir yolunu bulup yine de kanınıza giriyordur, bundan da eminimmm...
Haydi bakalım...on y va!!!!

ah bon..mais oui

ftwff